13 Eylül 2016 Salı

Bir Kent Nasıl Yaşar

Bir kent nasıl yaşar? 
Sabah nasıl uyanır, nasıl çalışır, nasıl yorulur, nasıl dinlenir, akşamları nasıl uykuya dalar, hobileri nelerdir, tatili nasıl geçer? 
Tüm bu sorulara cevap bulmak  hiç de zor değil. Bir kentin mekanları, kent yaşamının birer özetini sunar size. Özellikle cafeler, kentlerin önemli sosyal alanlarıdır.  
Ege’de iseniz ve de İzmir’de, önünden geçtiğiniz cafeden gelen müzik karşılar sizi önce. 
Ardından dekoru görsel hafızanıza derin izler bırakır...
Mutfağından gelen kokular, iştahınızı kabartır... 
Bir masaya oturursunuz. 
Aynı atmosferi paylaştığınız insanlarla yani bulunduğunuz kentin insanlarıyla paylaşımınız başlamıştır artık. 
Kentin küçük bir profili karşınızda duruyordur. Siz sorarsınız o cevaplar...
Bu tür mekanlar, kentlerin vitrinidir; kentin sosyo-kültürel yapısı ile ilgili ipuçlarını fısıldar...
Miko Cafe örneğinde olduğu gibi,  kent kültürünün yaşatıldığı alanlardır.  
Miko, İzmir’in Kordon’un da değildir, size deniz manzarası seyrettiremez ama buram buram deniz kokar...
Akdenizin incisi İzmir’de Miko, Akdeniz tınıları ile sohbetlerinize eşlik eder. 
Bir kahvenin hatırına, yöresel tatlarını ekler...
Bu da yetmez, Ege kültürünü konu alan söyleşileri düzenleyerek, fotoğraf ve resim sergilerine ev sahipliği yaparak, kitap tanıtımları gerçekleştirerek ve de Ege kültürü dergisi çıkararak sadece kenti tanıtmakla kalmayıp, kentte yaşayanlara değerlerini unutturmama çabası içindedir Miko.  
Ama en önemlisi, tüm bunlar İzmirliler paylaştıkça büyür...
Miko, bir paylaşımın sonucu olarak,  kente bir kimlik katmaktadır. 
Miko müdavimlerinden Mimarlar Odası Başkanı Hasan Topal’ın dediği gibi; “Paris’de Cafe Les Deux Magots ne ise İzmir’de Miko odur. Les Deux Magots  Fransız aydınlarının ve sanatçılarının buluşma, tartışma mekanıdır.  Miko Cafe, İzmir ölçeğinde bir anlamda Magots’un işlevini üstlenen bir mekandır.” 
Kısaca özetlemek gerekirse, kentleri kent yapan mekanlardır, mekanları yaşatanlar kentlilerdir.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Sabah sabah

Sabah uyandım ve güneş olağan üstü güzel doğdu yine. Sokağa attım kendimi mutlulukla. Bahar mis gibi kokuyordu, güzel şehrim İzmir'de. Görevliler herkesten önce uyanmış sokaklar tertemiz süpürülmüş ve yıkanmış. Bahar etkisini öyle göstermiş ki herkesin yüzü gülüyor. Selamlaşma yarışında birbiriyle, sevgili şehrim İzmiri'de. Sokaklar, cetvelle çizilmiş gibi. Islık çalarak geziyorum her birini. İş yerlerinin tabelaları bu kadar özenli midir? başka kentlerde de  diye düşünürken, uçuşan martıların sesleri, en güzel namelerle yayılıyor, üzerine bahar yağan şehrimin. Bir tek klakson sesi bozmuyor bu melodileri. Parklarda, ekili çiçekler, binaların şahane renklerinin, iş yerlerinin, resim gibi dekorlarının, bisikletiyle sabah gezintisi yapanların, hayata sımsıkı bağlanmasını sağlıyor. sevgili şehrim İzmir'de. İnsan şair olur,  bu kentte. Şirler mutluluk, tebessüm mısraları ile taşar. Şehrim dünyanın en güzel eserleriyle bezenmiş,  açık hava müzesi gibi. Duygu yüklü, yürekli sanatçılar yontmuş, şu gördüğüm heykelleri. Herbirinin başında, saatler geçiren turistleri görünce, gurur duyuyorum, bu şehrin, İzmir'in, bir ferdi olmaktan. Bu gün,  çalışmayayım diyorum. Öğlen, botanik bahçe olan, kültürparkı gezerim. Ağaçların, çiçeklerin,  üzerinde yazılı olan açıklamalarından, neler olduklarını öğrenirim. Akşam üzeri, bir gevrek alır, vapurla Karşıyaka'ya geçerim, mis gibi denizin kokusunu, içime çekerim. Kim bilir, belki gevreğimin yarısını martılarla paylaşır,  şakalaşırım. İzmirliler,  yarışta sanki, seferber olmuşlar, bir günü daha, nasıl şahane yaparız, yaşarız diye... İnanın, bu saatte, dünyanın hiçbir yerinde göremezsiniz, şu gördüğümü. Gazete bayiilerinin önünde,  kuyruklar oluşmuş. İzmirli okuma alışkanlığı ile öncü şehirdir. Üretilen her kitap, önce İzmirliler tarafından alınır ilk. Tiyatrolar, Senfoni, Opera kapalı gişe yapar gösterisini. Sadece İzmir'dedir meydanlarda pazar konserleri. Sanat galerileri yarıştan hiç kopmazlar. Sadece İzmir'de kota uygulanır Arkeoloji müzesi ziyaretlerine. Belki artık daha geniş bir yere taşınma vakti gelmiştir! Bir ara diyorum, Kadifekale'ye çıkayım Tantalos ile yemeğimi paylaşayım. Sonra agoraya giderim Cevat Şakir'in mavi gözlerine bakarım. Sonra,
 Sonra diyorum Cenap uyu henüz uyanma vaktin gelmemiş!!!

Don

DON bazı ülkelerde önemli bir asalet unvanidir. Hikayelerde Don Quijote, eserlerde Mozart'ın da yazdığı gibi Don Juan. Mafya dunyasından sinemaya esın olmuş Don Corleone. Hepsi DON unvanını gururla taşımış tarihe. Gelelim bize, bakın makamları eline geçirenlere. Edindikleri unvanları gururla ve onurla taşıyabiliyorlarmi? "HAYIR" Çünkü alışmadık gökte don durmaz...

Hayvan sevgisi

Atin sag tarafi yenirmis, kirpi ve kaplumba eti mayasila iyi gelirmis, sut kuzudan kokorec harika olurmus, deveden sucuk en iyisiymis, Mustafa Kemal karga kovalarmis, şafiler köpege dokununca abdestleri bozulurmus, aleviler tarlasinda tavsan görurse o tarlayi işlemezmiş, kediler nankör olurmuş, baykuş uğursuzmuş, kedi köpek tuyu kanser yaparmiş... Hadiyin leeeen

Türkiyenin turizm geliri

 Örneğin Antalyanın Kaş beldesine bir İngiliz gelir. Bir küçük otele gider ve otelciye der ki ben birkaç ay burada kalmak istiyorum. Ancak şöyle bir çevreyi gezeyim beğenirsem odayı tutarım. Size kapora olarak beşyüz dolar bırakayım. Ve turist otelden çıkar çevreyi gezmek için. Beşyüz doları alan otelci koşarak kasaba gider. Sezonda veresiye aldığı etlerin parasını öder. Kasap parayı alınca o da koşar toptan et aldığı üreticinin parasını öder. Toptancıda hayvanları için yem aldığı zairecinin alacağını öder, yem satan beldenin fahişesine sezonda veresiye birlikte oldukları anın parasını öder, fahişe koşarak daha önce ödeme yapmadan kullandığı otelcinin parasını öder. Turist geri gelir ben bu beldede kalamam der ve kaporasını geri alır, gider... Türk turizm ekonomisi de böyle işler :)

Asiye nasıl kurtulur

İAsiye sadece bir kadın değil, sadece etini satarak yaşamak zorunda bırakılan bir insan değil, sadece cinsel kimliklerimizi sorgulayacağımız bir içbükey ayna değil, sadece kapitalist ekonominin kurallarının belirlediği sınırların dışında yok olup gitmemek için savaşan bir insan değil, o sadece metalaşan bir beden değil. bunlar, asiye'nin vasıflarından birkaçı. asiye, daha nice maskeye sahip. asiye hâlâ aramızda, ama bu kez kendine yeni adlar, yeni maskeler bularak. o artık bir nataşa; o artık ülker sokak'tan kovulmuş, kendini otoyollara atmış bir travesti, transseksüel, "sanatçı", "manken", tiner çekiyor, bali kokluyor, kafayı bulup tecavüz ediyor, "eşkıya", eroinman... o artık bir… asiye olmayan asiye! öteki asiye! bazen korkudan ödümüzü patlatan, çokça da eğlencemiz olan bir müthiş yaratık.

asiye'nin kendi başına bir karakteri yoktur, aslında asiye diye bir tip de yoktur vasıf öngören'in metninde. o sadece, onu kuşatan karakterlerin hareket ve söylem alanı ile örülmüş bir "sonuç"tur. bizler asiye'yi ancak "koşullar" ve "çıkmazlar" sayesinde kavrayabiliriz. dolayısıyla asiye'ye bir "kurtuluş" önermek imkânsızdır. sorulması gereken soru, asiye'nin gerçekten kurtulup kurtulmadığı değil, bundan sonra ne yapacağı da değil, bizim asiye'yi gördükten sonra ne yapacağımızdır? "hım, demek ki bu toplumsal düzen insanları bu hale de getiriyormuş, koşullar insanı bu denli aşabilir, olmaz sandığımız şeyler son derece mümkün hale gelebilirmiş!" demekle vicdanî rahatsızlığımızdan sıyrılabilmiş, olanı biteni anlamış olacak mıyız?

insanı "toplumsal hayvan" olarak tanımlayan, onu sadece toplumsal tarihi içerisinden kavramayı hedefleyen, toplumsal düzenlerinse temelde ancak iktisadî kriterlerle anlaşılabileceğini iddia eden dünya görüşlerinin gerek üslûp, gerek öneriler bakımından sonuçta "sistem-içi" ve "sistematik" bir söylem oluşturmuş olmaları bir tesadüf değildir. hayata sadece toplumsal pencereden bakarak bir ahlâkî tutum geliştirmenin önünde sonunda varacağı nokta yine bir "sistem" tartışmasıdır. sistem yaklaşımı, neden-sonuç, amaç-araç ilişkilerinin diyalektiğinden kendini asla kurtaramayacaktır.

bütün sistemlerin yaratıkları vardır, sistemler onlar sayesinde varolurlar, hattâ onları eğlence aracına bile dönüştürürler. sorulması gereken, bu yaratıklara bir de toplumsal kimliklerimizin gerisindeki ahlâkî benliğimizle baktığımızda ne gördüğümüzdür?

Şeyinin ucuyla iş yapma gerçeği

“Şeyinin ucuyla İş Yapmak” Gerçeği ve Genel Seçim
Türkiye’de neden her şey bombok?
Parayı neredeyse “anana küfür eder ” gibi alan, para üstünü “babana küfür eder” gibi veren, yolda karşıdan karşıya geçerken ne kadar yavaş yürür, insanların hayatlarını ne kadar kötü hale getirebilirse bu küçücük eylemiyle o kadar mutlu olan, yaptığı her işten tiksinen ve kabalığın, duyarsızlığın, “umursamazlığın” ve hatta diğer insanlara mütemadi bir “önce BENİM dediğim olacak” diyen koskoca bir güruh.
Girdiği her dükkandan çıkarken benzin döküp yakmak ister mi insan?
Her şeye bahane bulan, her şeyi kendi istediği gibi yapmaya çalışan,  otoriteye başkaldırıdan bihaber olup yaptığı işin doğrusunu anlatmaya çalışan herhangi birine “heaaassiktir len :-)))” tavrının muhteşem zekice ve “witty” olduğunu düşünen bu güruh bu hale nasıl geldiğini, nasıl bu kadar bireysel zekanın artık işleyemez olduğu bir cehalet seviyesinde hayatta kalabildiğini düşünüyorum duruyorum.
Gözlükçüye gidiyorum. “Bakın” diyorum, “Bu gözlük benim için pek kıymetli ancak yamuldu. Camlarını değiştirmeden önce düzeltebilir misiniz öğrenmek istiyorum.” “Pek tabii ki Beyefendi !” diyorlar. Yani kendine o kadar güveniyor ki ben anında anlıyorum  olmayacak bu iş. Bu kadar özgüven, işini iyi bilen ve yapan birinde olamaz. Olmamalıdır. Ama ben gerizekalı olduğum için “Peki. Ama yapamazsanız size ödeme yapmayacağım” diyorum. “Öyle birşey olmaz Beyim merak etmeyin.” diyorlar. Çünkü biliyorlar mike mike  ödeyeceğimi.Çünkü biliyorlar, bu millet ya “lanet olsun tamam allahın aşkına al ve sus” diye ya da “hööh dödödödö öl pörömö” diye verir parasını.
Olmadı. Yapamadılar. Mahvettiler gözlüğü.
Bir çanta aldım ortamların en kalburüstü diye bilinen dükkanların birinden, çantanın bir parçasını torbaya koymamışlar. Aradım dedim “Bu parça yok?”, “Beyim çok özür  dileriz. Hemen ilgilenen arkadaşa ulaşıp 10 dakika içinde arıyoruz sizi.” Aramadılar. Ertesi gün 2'ye kadar oyaladılar. Çünkü benim ekstra çanta parçasına ihtiyacım vardı ve onlara yalan söylüyordum.
“Abi tarhanam…Offff…” diyor, “Ey maşallah ver abi!” diyoruz.Bir tanesi yarım iki kase geliyor. Soğuk. Geri gönderiyorsun, “başka yok” abi diyorlar. Yani zaten dibini vermemiş olsan böyle olmazdı ki bu işler… Neden bana yalan söylüyorsunuz? Niçin işinizi ciddiye almıyorsunuz gerizekalılar?
Gazete alırsın telavizyonda haber izlersin muhabirinin sorduğu sorular angut gibi. Tatil köyüne gidersin “telefon çekiyo mu” dersin, göz göre göre yalan söyler. Çünkü zaten gelince sen mike mike kalacaksındır orada.
Araba sürersin birileri seni hep öldürmeye çalışır.
Bişeyi 1 söylersin 2 gelir. 3 söylersin 1 gelir. Bir ağaç keserler kafana düşer, bir film izlersin sesi kısıktır ilk 5 dakika, yalan söylerler, yanlış söylerler, “beğenmiyorsan taksiye bin”dir, monşerler demokrasisidir. Güzel ve doğru olan her şey “elit”tir.Düzgün çalışmak “artislik”tir. Çalışkanlık “ineklik”tir. Doğruyu söylemek “ispiyonculuk”tur. Kavga etmemek, konuşalım anlaşalım demek “ibnelik”tir. Şikayet edene “ağlama lan”, rica edene “ne yalvarıyosun yavşak", “Seviyorum” diyene“iyice karı oldun”dur. Her şeyi alaya alan bu milletin, koca koca adamların ağzına bütün sosis sokan Mehmet Ali Erbil’e HALA gülmesi çok mu şaşkınlık verici?
Tembel, vahşi, sistematik hiçbir eğitimin kıymetini bilmeyen ve bilakis bu tip şeyleri aşağılayan bu kültürün, bu milletin sürekli yalan söyleyen, çalan çırpan, yakalanınca gülen, rakipleriyle alenen dalga geçen, kaba saba bir politikacıya 12 sene oyvermiş olması şaşılacak birşey değil.
Türk eğitim ve aile sisteminin her anında, yani insanın çıkmadığı yaklaşık 19 senelik bir cam kavanozun her santimetre küpünde öğretilen şudur: her şeyin kolay bir yoluvardır. Hiçbir şeyi tam olarak yapmak zorunda değilsin.Kurallara uymak birkaç “yalaka”nın dışında kimse tarafından yapılması  gereken birşey değildir çünkü müeyyideler hiçbir zaman o kadar ağır olmayacaktır. Çünkü müeyyidelerin uygulanmasını sağlayacak sistemi yürüten kişiler de aynı iplememezliktedir.  Onlar da birilerinden tırsmakta, onlar da birilerinden nemalanmaktadır.
“Anne bunu alıyım mı” — alma. “Anne bunu alıyım mı” — alma. “Anne bunu alıyım mı” — alma. “Anne bunu alıyım mı” — al allah belanı versin. Neden? Çünkü bu çocuk bebek ağlamasın diye istediği her boku yapmışsınız. Önemli olan doğrunun ve aklın, bilimin gösterdiği şeyin yapılması değil, o an o kişilerin rahatsız olmamasıdır. Yeter ki sussun o çocuk. Anlık bir bireysel tatmin üzerinden hareket eden tüm eylemler, bunların bir araya gelişi, hiçbir zaman saygın bir toplum yaratabilecek  ivmeyi kazanamayacak, “şunun şurasında bilmem kaç yıllık ömrüm kaldı” bilgisinin sürekli aklın arkasında  biryerlerde “bu yüzden ben olmayan herkesin canına okuyayım" algısıyla Türk milleti asla refaha eremeyecektir.
Yaya yoluna, engelli yoluna araç park ediyorlar
Laf söyleyince de “Kaaaardeeşşim cuma cuma benim asabımı bozma hadddi canım karrrrdeşimmm” diyor. Ne olacak şimdi? Anlıyorsunuz değil mi? Herkes biliyor değil mi bir sonraki serzenişimi? “Polis (ACAB) çağırsan ne olacak?”
Şhirliyle kafa geçer, “noooldu ssosssyeteee misin?” diye keser atar kendi içinde şikayeti duyar duymaz.
Kelimenin tam anlamıyla, eğer bir sorun “benim” başıma gelmiyorsa bu sorun o kadar da önemli değil, o kadar da çözülmesi gereken yahut “benim” eyleme geçmem gereken birşey değildir.
Bunun da nedeni elbette yine Türk eğitim sisteminin “bütünlük” algısını veremeyen hatta bunu anlamayan bir sistem oluşudur. Şeylerin ve sistemlerin birbirine derinden bağlı olan kavramlar olduğunu, her şeyin bir türlü birbirinden etkilendiğini, kolaborasyonun ve topyekünlüğün önemini bir türlü anlatmayanınca “olayları” yahut “formülleri” öğreten bir eğitim ve toplum sisteminden “bunu böyle yaparsam bilmemneye zarar verir” diye analiz edebilen insanların çıkmasını beklemek abesle iştigaldir.
Her şeyle dalga geçin. Her şeyi aşağılayın. Her şeyi şeyinizin ucuyla yapın.
Çünkü sonuçlar hiçbir zaman sizin tüm hayatınızı etkileyecek kadar büyük olamaz. Her şeyden yırtmanın bir yolu vardır. Her şeyi yarım yamalak yapmak günün sonunda hiçbir şey yapmamaktan iyidir.
4 yanlış bir doğruyu götürmeseydi soruların hepsini sallayacak koskoca bir “eğitimli insan” kütlesinden bahsediyoruz.
“Beğenmiyorsan siktir git” derler. Çünkü önemli olan güzel birşeyler yapmak değildir. Adalet değildir. Sistemin yürümesi değildir Önemli olan “ben”liğin olduğu gibi kalması ve kişisel çıkarlardır. Bu yüzden yönetecek olanları seçerken nasıl ve kimi seçeceği bellidir bu güruhun!!!