22 Ağustos 2016 Pazartesi

Evim neresi

Sabah işe gidiş ile başlar işkence. Benim diyemediğim Ülkemde, şehrimde. Yolun karşısına geçerken yolu paylaştığı diğer araçlara yol vermemek için yarışan araçlar, üzerine sürerler daha da basarak gaza katil duygularıyla arabalarını. “Çünkü eğer yavaşlarsa veya beklerse, enayi yerine konulduğunu zanneder” Sonra yaya yoluna varırsın. Önce dilenciye dönmüş greenpeace elemanları, sonra gerçek dilenciler ve mendilcilerden kurtarıp kendini iş yerine atarsın. Bir sürpriz de burada çıkar karşına! Belediyeden geliyoruz şikayet var hakkınızda der görevli. Peki dersin bu suç ise her yer aynı hatta kamu kurumlarında bile aynı diye yakınırsın. Aldığın cevap hep aynı!!! "Sizin için şikayet var onlar için şikayet yok" al sana seçilmiş belediyenin Anayasa ihlali 10. Madde(eşitlik ilkesi) delinir. Anlat anlatabilirsen!
Bunalırsın bu durumlardan. Tasarrufunla yurt dışına kaçayım iki gün. Manzara
Türk yolcularının avaz avaz bağırıp kaos yaratarak kuyruğun çevresinden dolanıp herkesin önüne geçme çabalarını dehşetle seyredersin. Farkında değillerdi ki “Önce ben gitmeliyim” tavrı ile gecikmeyi daha da uzatan kendileriydi. Her yerdeler. Aynı trafikde oldukları gibi restoranda, bankada, kasadalar… Ama benim genelde daha da çok kızdığım, masanın diğer tarafında olup da sıra kesenlerin işini görüp buna izin verenler. Sistem bu. 
Sistem aynı zamanda dikte eder ki kim olursanız olun – güvenlik görevlisi, kasiyer, garson, hiç farketmez – sanki birinin karşılaşacağı en önemli, en başarılı, en güzel insanmışsınız gibi tavır yapmalısınız. 
En büyük amil ise üstün hissedebilmek, ama en az iş yaparak. Bu yüzdendir ki yalaka çalışanlar asıl iş kotaranların önüne geçer her zaman. Her iki tarafın da işine geldiğinden bozuk ve verimsiz bir kısırdöngü yaratılır. Patron işini yapmadan kendini üstün hissetmek ister. Dolayısıyla etrafını hem işini görecek hem de yalakalık yapacak çalışanlarla donatır. Onlar da patron en çok onlara güveniyor numarası yaptığından iş arkaşlarına karşı üstünlük taslarlar. Gerçekten işine odaklı çalışanlar ise yaptıkları işin karşılığını alamadıklarından, bulundukları iş ortamına içerleyip eskisi kadar verimli iş yapmayı bırakırlar. “Neye faydası var ki?” Gevşeyenler eninde sonunda yarım bırakılan işleri tamamlamak zorunda kalırlar. Ve bir işi bitirmenin en çabuk yolu da, başkasının yaptığı işi kopyalamaktır.
Victoria döneminde yaşamış İngiliz bayan Mortimer, bugüne kadar yazılmış en sert ve patavatsız seyahatnameyi çıkartır ve 1849′da Türk insanı hakkında şaşırtıcı bir doğrulukla şunu yazar, “O kadar kasvetliler ki bilge gözüküyorlar. Ama tembel insan nasıl bilge olabilir? Zamanlarını kahve yudumlayıp oturarak geçirmeyi seviyorlar. O kadar tembeller ki, topraklarının o kadar verimli olmasına rağmen, kendi ekmekleri için yeteri kadar tahıl ekmiyor, başka ülkelerden tahıl getirtiyorlar.”
Topraklarımız verimlidir, verimliydi. Mücevherlerimiz ve tekstilimiz benzersizdi. Çini ve Ebru gibi özgün işçiliklerimiz vardı.Ama güçlü ve değerli yönlerimize sarılmak yerine, sadece tembel olmakla kalmadık, kendimizi sürekli başkalarıyla mukayese ederek  paralize olduk. Bu kronik  karşılaştırmanın temelinde kendinden şüphe duymak yatar. Bir virüs gibi yayılır, her günümüzü etkiler.Thedoore Roosevelt demiş ki, “Karşılaştırma, neşenin hırsızıdır.”
Tembellikle bağdaştığında bu tehlikeli varsayım, sürü mentalitesiyle birlikte başkalarını kopyalamaya iter. Çakma çantalar gibi, herşey taklit. Tavırlardan restoran konseptlerine, dizilerden hayat tarzlarına.Ancak kopyalanan şeyin o kadar cahil bir yorumlaması ki, aynı kendini kanıtlama ihtiyacında olduğu gibi insan tüm içtenliğini, orijinalliğini ve geçerliliğini yitiriyor. Ama bu bir epidemik ise, kim bunu farkedebilir? Bu bir genel ruh haline dönüşüyor, hayat tarzı oluyor. Sistem bu şekilde oturuyor.
Trafik. Günlük işler. Sosyalleşmek. İş. Aşk hayatı. “Ben enayi değilim. Senden aşağı değilim,” tipik bir Türk insanının her hareketindeki alt yazıdır. Amerikalı törel ve sosyal filozof Erif Hoffer’ın sade deyişi ile, “Kabalık, zayıf insanın gücü taklit etmesidir.” Kibarlığı aptallık, özür dilemeyi zayıflık, samimiyeti aşağılık zanneden bir kültür, elbette ki holiganlardan oluşan bir toplum üretir.
Peki sizce nüfusun çoğunluğunun bu durumda olması genetik mi?Mezopotamya’yı “Allah Allah Allah” feryatlarıyla fetheden barbar fatihler gibi, insanlar metroda gördükleri boş oturma yerlerine saldırıyorlar. Tarih boyunca Batı’yı klon etmeye çalışmamız mı yoksa yarattı, Modernleşme ile Batılılaşma arasındaki ince farkı kaçıran dejenere toplumu? İslam mı yoksa? Bernard Lewis’in kayda değer kitabı “What Went Wrong?“da belirttiği gibi:
“Öne sürüldü ki – eğer İslam özgürlük, bilim ve ekonomik gelişime engel ise, nasıl oluyor da geçmişte Müslüman toplumlar her üç alanda da öncüydüler? Hem de inançlarının kaynakları ve ilhamlarına çok daha yakınken? Bazıları bu soruyu başka bir formatta sormuştur- “İslam Müslüman’lara ne yaptı?” değil de “Müslüman’lar İslam’a ne yaptı?” 
Bir ülke sadece coğrafyasıyla değil, neredeyse tamamiyle insanları ile tanımlanır. Bu yüzdendir ki İzmir gibi ülkenin en yaşanılası diye tariflediği şehirden yurt dışı seyehatine giderken “İnsanların ufacık da olsa birşeyi incelikle yapmalarını özledim.Hani… değer vererek.” Çoğunluk, uyum içinde yaşamak için şart olan en basit insani değer ve yargılarını dramatik bir oranla yitirdi. Ne de olsa sürü olarak başlarına seçtikleri çoban, Erdoğan. Gerçi diğer partiler de aynı liderleri de aynı!!
Sonunda kendime soruyorum, “Ev neresi?” Ailenizin yaşadığı yer mi? Doğduğunuz yer mi? Mülkünüzün olduğu yer mi? Hayır. Bence ev, kendinizi güvende hissettiğiniz yerdir. Ev, hayatın küçük zevklerini tadabileceğiniz yerdir. Ev, huzur bulduğunuz yerdir. ki son zamanlarda ev, utanarak söylüyorum, burası dışında heryer. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder